En yüksek velilik mertebesi olan “Allah’a kulluğun” diğer bir boyutu “hürriyet”tir. Bu kavramın; hakikatte insan olmak ve gerçek mânâda tevhîd (Allah’ı c.c. birlemek) ile yakın alâkası vardır. Dolayısıyla bir ahtapot gibi ruhu kıskacına alan nefsin esaret zincirlerini kırmadan; insan ve tevhidin hakikatine ulaşan kâmil bir mümin olabilmenin imkânı yoktur.
“Azıksızlık ölümle kulağımı bursa bile, hürriyeti kulluğa satmam ben.”
Hz. Mevlânâ
“Derin ve gerçek müminde akıl, hürriyeti hakikate esaret diye bilir. Hakikate esir olduktan sonradır ki insan, gerçek ve büyük hürriyetin ne olduğunu anlar!”
Necip Fazıl
NEFSE KULLUK
Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz, "Arzuları benim getirdiğim (İslâm)’a uymadıkça hiç biriniz (kâmil) mü'min olamaz." buyurmaktadır. (Nevevî, Kırk Hadis) Hadis-i şerifte “arzu” diye tercüme edilen “heva” kelimesi, Allah ve Resulü’nün emirlerine aykırı olan nefsin hazlarıdır. Diğer bir ifadeyle, vahye ters düşen her türlü duygu, düşünce, kalbi yöneliş, sevgi ve davranış biçimidir.
Fert, hayatının merkezine bedenini ve hazlarını koyduğu sürece, onların kaynaklarını temin etmekle uğraşır; ne var ki, şehvetler herhangi bir noktada durup mevcut hazlarla yetinmezler. Zira nefsin tatmin olabileceği hiçbir sınır yoktur. Onun lezzeti hep yeni olandadır. Bunun için akıl derhal devreye girerek şehvetleri tatmin edecek yeni plânları hazırlar. Aldatma ve hîle yollarına başvurur. Bu konuda her türlü ahlâkî ölçülerini rahatlıkla feda eder. Hatta hazların tatminine engel olacak şeylere düşman kesilir. Nefsi ne isterse onu yapar, emrine amade olur. Başıboş, serbest, kayıtlardan uzak ve duygusal hareketleri öngörür.
Bağlılık, disiplin, düzen, ölçü ve murakabeden hoşlanmaz. Böylece, bir hükümdar gibi bedenin kuvvetlerini Allah’ın emirlerine göre yönetmekle görevlendirilen akıl, Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, nefse mağlup olarak nefis haline dönüşür. Sonuçta onun hazlarına kul, köle olan, bu uğurda bütün müspet duygularını yitiren, puta tapar gibi sabah akşam arzularına tapan, şeklen insan olmakla birlikte gerçekte hayvanlara benzeyen hatta onlardan da aşağı düşen, esaret altında bir insan tiplemesi ortaya çıkar. İşte bu tam manasıyla hayvanî hürriyettir, kesinlikle insanî hürriyet değildir. Kur’an-ı Kerim nefsin kölelerini tarif ederek haklarında şöyle hüküm vermektedir:
“Heva ve hevesini kendisine ilâh edineni gördün mü? Sen (Resûlüm!) ona koruyucu olabilir misin? Yoksa çoklarının söz dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, belki daha da sapık yolludurlar" (Furkan, 25/43-44) Yani hevâlarına uyanlar, Allah'ı değil, hevâlarını ilah edinmiş olmaktadırlar. İlahına ibadet eden biri gibi, onlar da tutkularına ibadet ettiklerinden, puta tapmış gibi bir nevi şirk suçu işlemiş olurlar. Dolayısıyla böylesi kimselerin Allah'a inanma iddiaları da gayet yüzeysel kalmaktadır.
Hürriyeti “tutkuların esaretinden kurtuluş” olarak tarif eden İmam-ı Gazzalî Hazretleri, nefsin esiri olan şahısların daha çok hangi hayvanla ortak noktası varsa keşif ve rüyâlarda da o hayvan suretinde görüleceğini söylemekte ve insanların ekserisinin halinin böyle olduğunu belirtmektedir.
ŞEYTANA KULLUK
Elbetteki nefsin heva ve hevesini tahrik eden unsurların başında insî ve cinnî şeytanlar gelmektedir. Zira Hakk’a giden yolda şeytanın her türlüsü engeldir. İlk insan Hz. Âdem’e secde etmemesi yüzünden İlahî rahmetten uzaklaştırılan şeytan, kıyamete kadar Âdemoğullarını saptırmaya çalışacaktır. Halbuki Cenab-ı Hakk c.c.: “Ey Âdemoğulları, ben sizinle ahitleşmedim mi? Şeytana tapmayın, o sizin düşmanınızdır” şeklinde (Yâsin, 36/60) insanlardan ahit almıştır. Şeytanın bir dediğini iki etmeyen, her dediğini yerine getiren kimselerin nefsin yanı sıra şeytana da köle oldukları su götürmez bir gerçektir. Şeytanın bütün duygu ve düşüncelerini esareti altına aldığı nice insanlar vardır ki, teni batmanlar geldiği hâlde, kalp ve kafası tartıya giremeyecek kadar değersizdir.
KULA VE MADDEYE KULLUK
Tabii ki, iç dünyasında esir olan ferdin dış dünyada meşgul olacağı şeyler; zenginlik, yeme-içme, cinsellik, güç, şöhret, mevki, güzellik gibi hususlar olacaktır. Çünkü bunların her biri bedenî hazların tatmin aracıdır. Güç, şöhret, mevki, isteklerini yerine getirme ve insanların sırtından daha çok zengin olma hususunda çok tesirli araçlardır. Zengin ve mevki sahibi insanlara yaltaklanarak köpeklerin katlanabileceği bir mürâilikle menfaat elde etmek de böyledir. Demek ki, hürriyetini kaybeden kimseler, paranın, şöhretin, şehvetin, makam-mevkinin yanı sıra kulların kulu da olabilmektedirler. “Allah’ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin” (Al-i İmran, 3/64) âyet-i kerimesi bu hakikate işaret etmektedir.
İşte bu yüzden İmam Kuşeyrî Hazretleri, hürriyeti: “Kulun yaratılmışlara köle olmaması, maddi âlemdeki herhangi bir gücün onun üzerinde etkisinin bulunmaması” olarak tarif etmiştir.
SEBEPLERE KULLUK
Kişi, nefsinin heva ve arzularına uyduğu sürece gafletten kurtulamaz. Rabbinin fiillerini gösteren deliller karşısında ince bir duyuş, feraset ve basiret nurundan mahrum kalır. Hz. Ali r.a.: “Heveslere uymak, Hakkı görmeyi, Hakka uymayı engeller” (Edebu'd-din ve'd-dünya) buyurmaktadır. O yüzden heva ve arzularına uymak müminin yolunu keser. Allah’ın fiillerinde fani olmayı engeller. Ruh, nefse tamamen galebe edinceye kadar hayat ve hadiselerin hakikatine bakamaz.
Karagöz oyununda kuklaların hareketine bakan kimsenin perdenin ardındaki gerçek fiil sahibini göremediği gibi, o da âlemdeki fiillerin hakiki sahibini göremez. Bütün oluş ve yok oluşları yaratanın Allah c.c. olduğuna iman etse de, hadiselerin zuhuru anında bundan gafil olur. Hâl böyle olunca sebepleri hakiki bir fail gibi görmeye başlar. Tarlasını güzelce çapalayıp ekip suladıktan sonra bunları yeterli görür ve oradan kaldıracağı mahsullerin üzerine onlarca hesap yapar. Orada mahsulü verecek ya da vermeyecek olan Allah Teâlâ Hazretleri’ni pek hesaba katmaz.
O’na itimat edip dayanmaz. Rabbi’nin fazlından istemez. Ya da rızk hakkında endişeye düşer. Elindeki veya gelmesi muhtemel olan paraya itimat eder. Allah u Teâlâ Hazretleri bu gibi kimselerin yaptığı hesabın ekseriyetle tersini çıkararak onları cezalandırır. Üşüttüğü için hasta olduğu, filân doktorun kendisini iyileştirdiği vehmine kapılır. Bunların Allah tarafından yaratılmış birer sebep olduğunu, O’nun irade ve yaratması olmadan soğuğun da doktorun da bir şey yapamayacağı gerçeğini idrak ve iz’an edemez. Başına bir musibet geldiğinde “filân adam olmasaydı kurtulamazdım” diye düşünür.
Bu ve bunun gibi binlerce meselede hep sebeplere bakar. Allah’ın kudretini gizleyen perdelerin ötesine geçemez. Neticede sebeplere hakiki fail gibi bakarak onlara kulluk etmeye başlar. Milyonlarca sebebi zımnen Allah’a ortak koştuğu için tevhid inancı zedelenir. Bazen tamamen bozularak iman dairesinden de çıkar. Hâlbuki eşya, insan ve bütün yaratıklarda Allah'ın dışında hakiki bir kuvvet ve kudret tevehhüm etmek şirktir. Bu bir nevi sebepleri ilâh yerine koymaktır.
Beyazid-i Bistamî Hazretleri bir gün Cenab-ı Hakka yalvarır, derki: “Ya Rabbi sana kulluk edemedim ama şirk de koşmadım. Hiç değilse beni bu yüzden affeyle.” Bu esnada gaipten bir ses ona şöyle hitab eder: “Süt gecesini hatırla!” Beyazid: “Ya Rabbi süt gecesi de nedir?” diye sorar. Gelen cevapta: “Bir de şirk koşmadım diyorsun. Hani bir gece karnın ağrıdığında bunu içtiğin sütten bulmamış mıydın?” denir. Onun üzerine Beyazid Hazretleri pişman nadim olarak tevbe-i istiğfar eder.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, mürşidi Üftâde Hazretleri’nden tam olarak istifade edebilmek maksadıyla onun emriyle kadılıktan istifa eder. Sonra da hocalık yaptığı medreseden de ayrılmak ister. Bunun üzerine Üftâde Hazretleri: “Geçimini ne ile temin etmeyi düşünüyorsun?” diye sorar. Hüdâyî Hazretleri de: “Allah kerim, eğer mecbur kalırsam elimdeki malları satar yerim. O da iki-üç sene yeter.” der. Bunun üzerine Üftâde Hazretleri celâllenerek: “Onlara itimat etme. Allah’a tevekkül et. Şüphesiz senin sebeplere itimat etmen medreseye itimat etmenden daha kötüdür ve cürmü ondan şiddetlidir” buyurur.
Yukarıdaki menkıbelerden de anlaşıldığı gibi, imanın kemale ermesinin bir şartı da tevhidin ve tevekkülün tam olmasıdır. Bu noktaya dikkat çeken Seyyid Abdülhakim Bilvanisî Hazretleri kurtuluş için hürriyete dikkat edilmesini tembihledikten sonra onu şöyle tarif etmektedir: “Hürriyet, Allah’tan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Bütün işlerde sebeplere değil, sebepleri yaratana dayanmak ilk vazifedir.” Hakiki tevhid de ancak böylesine bir hürriyetle gerçekleşebilir. Üftâde Hazretleri bu mânâya işaret ederek tevhidi şöyle tarif etmektedir: “Mâsiva (Allah’ın dışındaki şeyler)den hür (bağımsız) olup, Allah’a kul olmaktır” (Vâkıât)
|