Din, camiyle, mescidle, cemaatle sınırlı değil.
Yalnızca namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek de değil.
Din, hayatın tamamıdır. Yerken, içerken, yürürken, konuşurken... hayatın her alanındadır.
Her an yol üzerinde olmak, dosdoğru olmaktır.
Dinin kalbî hükümlerini konu alan tasavvuf da hep onunla beraberdir.
Yani dinin, doğruluğun, kulluğun olduğu her yerde...
Esas meseleye geçmeden önce muhtemel bir yanlış anlamanın önünü almak için küçük bir girizgâh yapalım: Yazımızın başlığını neden yukarıda gördüğünüz gibi attık da, mesela “İslâm Hayatımızın Neresinde” demedik?
Şurası açık ki, müslüman olarak yerine getirmekle mükellef olduğumuz amellerin bir zahirî, bir de batınî yönü vardır. Mesela namazı ele alalım. Hadis alimleri, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de öyle kılın” (Buharî) emri doğrultusunda namazla ilgili bütün hususları nakletmişlerdir.
Fıkıh alimleri, rivayetlerde nakledilen hususlara dayanarak, namaz kılan için farz, vacib, sünnet, müstehab, mekruh... olan şeyleri açıklamışlardır. Bunlara riayet edildiği zaman namaz zahiren kılınmış, namaz borcu zimmetten düşürülmüş olur.
İbadet görünürde tamam ama…
Ancak bir de namaz kılan kimsenin riayet etmesi gereken batınî hususlar vardır ki, bunları da Tasavvuf ehli, yine Kur’an ve Sünnet’e dayanarak izah ve beyan etmişlerdir. Kur’an’da “Namazlarını huşu içinde kılan müminler felâha ermiştir” (Müminûn, 1-2) buyurulmuştur. Namazı zahiren farz, vacip, sünnet... lerine riayet ederek kılmak başka, namazda “huşu içinde olmak” başkadır.
Kalbini huşua alıştırmamış kimseler için esasen namazda huşulu olmak mümkün değildir. Hayatının diğer alanlarında huşua yabancı kalmış bir kimsenin, kalbini huşua alıştırması, dolayısıyla namazda da huşulu olması imkânsızdır. Huşu’un arzu edilen seviyede gerçekleşmesi için onunla yakından ilişkili diğer hususlara bakmak ve konuyu onlarla bütünlük teşkil edecek şekilde ele almak gerekir. Bunu da Tasavvuf ehli yapar.
Mesela İmam-ı Gazzâlî k.s. meşhur İhyâ’sında namazın zahirî şart ve rükünlerini zikrettikten sonra, “namazın batınî şartları”nın beyanı için özel bir bölüm açmış, huşu ve huzur-u kalp gibi meseleleri zikrederek sayfalarca bunların izahını yapmıştır ki, burada yer veremeyeceğimiz kadar uzun olduğu için aslından okunması gerekir (İhyâ, 1/165 vd.).
İşte yazının başlığını niçin bu şekilde attığımızın izahı buradadır. Tasavvuf temelde “kalp” ile ilgilenir; kalbî hastalıkların tedavisini amaçlar; her bir hastalığın diğerleriyle ilişkisini dikkatimize sunar. İstikamet, amelde kemal ve imanda yakîn hep kalpte olup biten hususlar olduğuna göre, Tasavvuf’tan bahsettiğimizde bunları kasdetmiş oluyoruz.
O halde Tasavvuf’un hayatımıza etkisi ne kadar yaygın ve derin ise, müslüman birey olarak, “komşu” olarak, “eş” olarak, “ebeveyn” olarak, “işçi” veya “işveren” olarak... kıymetimizin de o kadar olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Barışı olmayan cenk
Kur’an’da Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e hitaben “Sana yakîn (ölüm) gelene kadar Rabbine ibadete devam et.” (Hicr, 99) buyurulmuştur. Elbette bu, sadece O’na değil, O’nun yüce şahsında bütün Ümmet’e yönelik olan ve nefes aldığımız sürece uymamız gereken bir ilâhî talimattır.
Buradan bir sonuca daha ulaşıyoruz: Nefsin arzu ve ihtiraslarının, şeytanın hile ve desiselerinin hayatımızın sadece belli alanlarında kendisini gösterdiğini söyleyemeyeceğimize göre, bu iki düşmanla mücadelemizin hayatın her alanında sürdürülmesi gerekmektedir.
Cüneyd-i Bağdâdî k.s. Hazretleri’nin, “barışı olmayan manevî bir cenktir” şeklindeki tarifini esas aldığımızda, Tasavvuf’un, hayatın her alanında her an var olması gereken bir “mücahede” olduğu gerçeğini daha bir yakından idrak ediyoruz. Yaşadığımız sürece ne nefsin arzu, ihtiras ve taleplerinin sonu gelecek, ne de bizim bunları dizginlemek için göstereceğimiz azim ve irade son bulacaktır!
Eşrefoğlu Rûmî k.s. Hazretleri, başka birçok Tasavvuf büyüğünde benzerini görebileceğimiz bir tasnifle, insanda nefs-i emmareden kaynaklanan hastalıkları 7 başlık halinde tespit eder: Hırs, haset, şehvet, gadap (kızgınlık), cimrilik, kin ve kibir.
Bu hastalıkların ortak yanı nedir diye baktığımızda görürüz ki, bunların her biri, kişinin kendisiyle sınırlı kalmayan, başka insanlara ve topluma da şu veya bu şekilde etki eden bir özelliğe sahiptir. Zira bunların her biri toplumsal ilişkilerimizde ortaya çıkan arızalardır. Öyleyse kalbimizin “kalb-i selîm” vasfına ulaşabilmesi için -ki Kur’an, o gün sadece Rabbine “kalb-i selîm” ile gelenin kurtuluşa ereceğini (Şu’arâ, 89) haber vermektedir- kalbin bu hastalıklardan arındırılması zaruretiyle yüzleşmek durumundayız.
Temizlemek mi, kirletmek mi?
Kur’an’ın, “Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar” (Ankebût, 45) buyurduğunu, dolayısıyla hakkıyla kılınmış bir namazın davranışlarımıza etkisi olduğunu burada mutlak surette dikkate almalıyız.
Namazın da diğer ibadetlerin de hayatımızda beklenen etkiyi yapabilmesi için “hakkı verilerek” eda edilmiş olması gerekir. Kasdettiğimiz, Kur’an ve Sünnet’in bizden istediği, temel ibadetlerle başlayıp nafilelerle devam eden ve kemal bulan “genel arınma” durumunun, adeta bir “seferberlik” gibi hayatımızın her sahasını kuşatacak biçimde genel ve kesintisiz olarak sürdürülmesidir.
İnsan davranışları bir bütündür. “Karakter” dediğimiz şeyi oluşturan da işte bu bütünlüktür. Söz gelimi bir insan hayatını hırsızlık yaparak kazanıyorsa, onun, normal yaşantısında insanlara merhametli davranması, hak-hukuk gözetmesi, dürüst ve samimi olması... mümkün değildir. Yani o kimsenin “temiz” olması kabil değildir.
Hint diyarının son dönemde yaşamış büyük meşayihinden, “Hakîmu’l-Ümme” (Ümmet’in Hikmetlisi) diye anılan Eşref Ali et-Tehânevî k.s. bu meseleyi şöyle bir misalle açıklıyor:
“Kirli aynayı halis, saf su ile yıkarız; pırıl pırıl olur ve bakanlar temizliğinden hayrete düşerler. Fakat ayna, idrarla yıkanacak olursa, üzerine bulaşmış olan (kaba) pislikler yine gider ve yüzü şüphesiz temiz gibi olur. Olur ama, gerçek anlamda temiz ve pak olmuş sayılmaz. Bakanların hayretini mucip olmaz ve onları saf (net) olarak göstermez. Çünkü ayna henüz pistir. Bunun için insanlar onu kirli görür, beğenmez, ondan ikrah eder. Öyleyse yaşayışı İslâm hükümleri ile çatışan herhangi bir kimse için Allah’ın rahmetine sığınmak, ahirette felâha nail olmak mümkün değildir…” (Abdülbârî en-Nedvî, Tasavvuf ve Hayat, 30)
Bazı yerleri kirli bırakmak
Bu misalin konumuzla bağlantısı şu noktadadır: Tasavvufî disipline hayatının bazı alanlarında riayet etmeyen insan, o alanları kirli yahut kirlenmeye maruz bırakmış demektir. Efendimiz s.a.v.’in beyanıyla Ümmet-i Muhammed s.a.v.’e dahil olan her bir ferdi “iman kardeşi” olarak sevmedikçe bir kimsenin gerçek anlamda mümin olması mümkün değilken, mesela grup-hizip taassubuna kapılarak başkalarını hakir görmek, çeşitli şekillerde itham etmek, başkalarının malına, canına onuruna, haysiyetine gölge düşürecek bir davranışta bulunmak müminin, hele Tasavvuf ehlinin yapacağı iş değildir!
Böyle bir vartaya düşmüş kimsenin, hayatının bu yönü kirlenmiş demektir. Bu durumdaki kimsenin “tevbe-i nasuh”ta bulunup davranışını düzeltmediği sürece, nefs aynasını böyle hatalı bir tutumun kirlettiği suyla yıkaması, aslında aynayı kirletmek değil midir?
Bu misali her sahaya teşmil edebiliriz. Aile fertlerimizle, komşularımızla, işçi/işverenimizle münasebetlerimizde, işyerimizde ve ticaretimizde, giyim-kuşamımızda ve davranışlarımızda... kirli bıraktığımız bir alan, hayatımızın diğer alanlarını ve daha da önemlisi ibadetlerimizi mutlak surette şu veya bu biçimde olumsuz etkileyecektir.
Birbirinden türeyen hastalıklar
Bu noktaya Efendimiz s.a.v. “Ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi haset (kıskançlık) de sevapları yer bitirir.” (Ebû Dâvûd) buyurmak suretiyle dikkatimizi çekmiştir. Bir kimsede bulunan tek kötü hasletin, onun iyi taraflarına nasıl olumsuz etki yaptığını ve tedavi edilmediği takdirde ne türlü başka arızalara yol açabileceğini veciz bir şekilde anlatan bu rivayetten şöyle bir ders çıkarmak mümkündür:
Haset öyle bir hastalıktır ki, bir kimsenin kalbine yerleştiği zaman insanlara karşı samimiyet, amellerde ihlâs, kazaya rıza, teslimiyet ve tevekkül bırakmaz. Zira başkalarının elindekini kıskanan bir insanın, müminde mutlaka bulunması lazım gelen bu hususiyetleri muhafaza etmesi mümkün değildir. Hasedin daha işin başında kişinin kalbî ve ruhî hayatında yaptığı tahribat bu kadar iken, ilerleyen safhalarda bakın neler olacaktır:
Haset hırsı körükler ve insanı daima başkalarının önünde/üstünde olmaya zorlar. Bu onun tabiatında vardır. Bu durumdaki bir insanın, benliğini kaplamış olan ihtiras ve aşırı arzu ile hayatı bir “yarış” olarak görmesi son derece normaldir. Böyle bir ruh hali yaşayan insanın kendisini hep başkalarını geride bırakmaya şartlandırması, bu yolda önüne çıkan engelleri her türlü yöntemi kullanarak aşmaya çalışması, zayıfı ezmesi, düşkünü horlaması, insanlara yukarılardan bakması kaçınılmazdır. İşte hasetten kaynaklanan bir dizi arıza daha!..
Böyle bir ahvaldeki kişi, bir de bazı geçici/zahirî başarılar elde etmişse, işte o zaman hastalıklar daha da çeşitlenir ve yayılır. Elde ettiği bu başarılara aldanan kişiyi bu sefer de “kibir” ve “gurur” dediğimiz iki hastalık beklemektedir. “Ben yaptım”, “ben başardım” hastalığının bir adım ötesi ise -Allah korusun- “küçük dağlar benim” anlayışıdır ki, işte kişinin amellerinin eriyip gittiği, buharlaşıp uçtuğu nokta burasıdır.
Hayatı “hayırda yarış” olarak görmek
Modern hayat tarzının telkinleri, yukarıda da zikrettiğimiz gibi insana, hayatı bir “yarış” olarak tanıtır. Bu hayat tarzında insan, aynı işi yaptığı diğer insanları -gerekirse ayaklarına çelme takarak- geride bırakmak, zirveye tırmanmak ve orayı kimselerle paylaşmamak zorundadır!
Talebeyse okulda, iş adamıysa iş hayatında, tüccarsa ticarette... hep “en önde” olmak, modern hayatın insana telkin ettiği bir mecburiyet olarak belirmektedir. Tüketimi kamçılamak için olmadık usullerle evlerin içine giren, kalplere ve beyinlere sirayet eden reklamların nefsi kamçılayan etkisiyle, giyim-kuşamda, meskende, eşyada, arabada... kısacası “tüketim”de kimseden geri kalmamak, hatta “en fazlasını” yapmak modern insan için temel hedeftir.
Paçasını böyle bir hayat tarzının akıntısına kaptırmış insan için Tasavvuf ne anlatır? Yahut Tasavvuf’u ibadetler, evrad u ezkâr gibi hayatın belli alanlarına hapsederek iş, okul, aile... hayatında modern bir tarzı benimsemek, harcarken ve tüketirken modernizmin zebunu olmuş insan gibi davranmak Tasavvufî hayatla ne ölçüde bağdaşır?
Hayatı temelde “sadelik”, “samimiyet” ve “hayırda yarış” olarak gören ve fedakârlık, diğergâmlık, îsâr, ihlas... gibi hasletlerle donattığı insanı “insan-ı kâmil” olmaya doğru yücelten Tasavvuf ile modern hayatın telkinlerinin taban tabana zıt olduğu son derece açık.
Tasavvuf, bireysel arınma ve kurtuluşla sınırlı bir gayreti değil, bununla birlikte başkalarının arınmasına ve kurtulmasına da çaba sarf etmeyi, bu yolda gönüllü olarak “hizmet ehli” olmayı hedef gösterir. Hatta bunu bir “görev” bilinciyle ve samimiyetle yapmayı öngörür ve bu noktada gururu, başa kakmayı ve gösterişi, riyayı... kesin bir tavırla zemmeder.
Hayatı “hayırda yarış” temeline oturtan Tasavvuf için başkalarına en fazla hayırlı olan kimse en hayırlı insandır. Bunun “Mümin, insanlara ülfet eden, kendisine de ülfet edilen kimsedir. Başkalarına ülfet etmeyen ve kendisine de ülfet edilmeyen insanda hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, 6/638, Münâvî, Feydu’l-Kadîr, 6/253) şeklindeki hadis üzerine temellenmiş bir anlayış olduğuna dikkat edilmelidir.
Dolayısıyla insanı, ruhunu ve kalbini kirleterek maddeye bağımlı hale getiren modern hayat tarzının tek alternatifi Tasavvuf’tur. Çünkü Tasavvuf’un temel hedefi, ruhî ve kalbî hayatı müstakim kılıp, ruh temizliğini ve kalp safiyetini hayatın bütün alanlarına yaymaktır demek yanlış olmayacaktır.
Efendimiz s.a.v.’in bu noktadaki uyarısını bir kere daha hatırlamanın yeridir: “Bedende bir et parçası vardır ki, o salih olduğu zaman bütün beden salâh bulur; o fesad bulduğu zaman bütün beden fesada gider. Dikkat edin! O, kalptir.” (Buharî , Müslim)