Geçmişte ortaya çıkan bozuk itikâdî mezheplerin hemen tamamı Kur'an'a dayandıklarını iddia ediyor, İleri sürdükleri görüşleri destekler gibi görünen her âyeti muhaliflerine karşı bir balyoz gibi kullanıyorlardı.
İlk asırda meydana çıkan Mutezile, Cebriye ve Haricîler gibi zahir-perest mezhepler, âyetleri tefsir ederlerken Hz. Peygamber'in (s.a.v.) konuyla ilgili yorumlarını dikkate almıyorlardı. Sadece âyetin zahirine sarılıyorlardı. Hz. Ali başta olmak üzere henüz aralarında bulunan sahabe-i kirâmın büyüklerinin dahi görüşlerine aldırış etmiyorlardı. Arap dili ve edebiyatını iyi bilen âlim ve müçtehitlerin görüşlerine itibar eden de yoktu. O yüzden Allah'ın âyetlerini diledikleri şekilde tevil ve tefsir edebiliyorlardı. Böylece her bid'at ve dalâlet sahibi, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini Kur'an-ı Kerîm'den çıkardığını söylüyordu. Nihayet günümüzde olduğu gibi, İslâm dinini içinden çıkılmaz bir hâle getirmişlerdi.
Haricîler
Meselâ Haricîler, bu ümmetin kutup yıldızları mesabesinde olan kimseleri kâfir îlân ediyorlardı. Bunların kâfir olarak îlân ettikleri arasında –hâşâ- Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Talha, Hz. Zübeyr efendilerimiz gibi büyük sahâbîlerden başka, müminlerin annesi Hz. Ayşe de vardı. Hz. Ali'yi Şehit eden bir Haricî militanıydı. Onlar, kendileri gibi düşünmeyenleri, büyük ve küçük günâh işleyenleri, devlete karşı isyan ettiklerinde kendilerine iştirak etmeyenleri de kâfir sayıyor, bunları acımasızca öldürmekten çekinmiyorlardı. Hatta kendilerine katılmayan şahısların evdeki kadın ve çocuklarının kanlarını akıtmayı dahi mübah görüyorlardı.
İşte bunlar da Kur'an'a göre hareket ettiklerini söylüyor, yaptıkları vahşet ve fecaate güya âyetlerle delîl getiriyorlardı. Dünya ve âhiretin huzur ve saadet kaynağı olan Kur'an'dan böyle bir vahşeti çıkarabilmek gerçekten büyük marifet ister ama, insanın tarafgirlikle basireti kör, vicdanı çirkef, kalbi de cîfe haline gelirse bunu yapabilir. Kur'an ve Sünneti kendi din ve dünya görüşü için bir malzeme kabul edenlerin, Ashâb-ı kirâma sevgi beslemeyenlerin, ehl-i sünnet yolundaki âlimlerin sözünü dinlemeyenlerin ve Allah dostlarına muhabbet duymayanların âkıbeti işte budur. Geçmişte de günümüzde de bu tiplerin katılık, sertlik ve taassuptan kurtulabilmeleri, akl-ı selîm ile düşünebilmeleri, vicdanlarının duyarlı olabilmesi katiyyen mümkün değildir.
Geçmişten Günümüze Bid'at Mezhepleri
Şubeleriyle birlikte sayıları yüzleri bulan bid'at mezhepleri, ehl-i sünnet âlimlerinin (Allah onlardan razı olsun) tutarlı ve dirayetli delilleri karşısında tutunamamış, çoğunluğu itibariyle yok olup gitmişlerdir. Fakat kitaplara geçen ve nesilden nesile devam eden görüşlerinin yok olup gittiğini söyleyebilmek mümkün değildir. Bu gün dahi, taassup ve katılıkta Haricîleri aratmayan kafa yapısıyla her yerde karşılaşmak mümkündür.
Vahşet ve Taassup
Peygamber ve Allah dostlarını aracı yaparak Hakk'a iltica eden velîleri, tasavvuf erbabını, müminleri, müşrik ve kâfir olarak îlân eden zihniyetle; Haricî, Mu'tezilî zihniyet arasında ne fark vardır? Hâşa Hz. Ali'ye kâfir diyenle, Allah'tan başka hakîkî fâil ve irade tanımayan, Kur'an ve sünnetin en küçük edeplerine dahi riayet eden bir velîye kâfir diyen zihniyet aynı değil midir? İslâm'a göre, mümin olduğuna dair en küçük belirti taşıyanları dahi mümin saymak esas iken; geçmişten günümüze kadar gelen yüz binlerce has velîyi ve milyonlarca mümini kâfir îlân etmek hangi insafa, hangi kitaba sığar?Cenâb-ı Hakk:
"Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, "Sen mümin değilsin" demeyin."(Nisa, 4/94) buyurmuyor mu? Allah u Teâlâ'ya ulaşmak için bir peygamber ya da Hakk dostunu vesîle edinen mümine kâfir demekle, bu asra kadar gelen yüz milyonlarca mümine de kâfir denmiş olunmaz mı? O zaman geriye kaç tane Müslüman kalır? Buhârî ve Müslim'de geçen sahih bir hadis-i şerifte: "Mümin kardeşine kâfir diyen bir kimse, karşıdaki öyle değilse küfür (kâfirlik) kendisine döner" diye îkaz edilmiyor mu? Şu hâlde aklı ve vicdânı tefessüh etmemiş hangi mümin, kendisini ateşten gayet emin görüp, zebânîlerin yerine geçerek müslümanları cehenneme doldurma cüretini gösterebilir. Dar düşünceler… dar görüşler…
Söz buraya gelmişken velîleri inkâr edenlerin âyet-i kerîmelere verdikleri çarpık mânâlardan bir örnek verelim:
Mânâsı Çarpıtılan Âyet
Haricîler ortadan kalktıktan sonra onların izinden giden Vehhabîler, Hâriciliği günümüze taşımışlardır. Onca âyet ve hadîslere rağmen tevessül mânâsındaki şefaati inkâr ettikleri için, Mutezile mezhebini de aratmamışlardır. Şirkle ilgili âyetlerin mânâsını tamamen çarpıtarak Lât, Hubel, Uzza gibi putlarla; yer yüzünde tevhîdin direkleri olan mürşid-i kâmilleri aynı kefeye koymuşlar; Allah'a ortak koşan müşriklerle, gece gündüz Rabbini birleyen müminleri bir tutmuşlardır. Bütün sûfîleri putperest saydıkları için de, kanlarını dökmeyi helâl ve meşru bir eylem olarak görmektedirler. Hz. Ömer'in oğlu Hz. Abdullah'ın Haricîler hakkında buyurduğu gibi, "Gerçekte onlar müşrikler hakkında nâzil olan âyetleri Müslümanlar için kullanmışlardır" (Buhârî, İstitâbe, 6) Diğer bir hadîs-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: "Onlar îman ehlini öldürür, küfredenleri ve putlara tapanları bırakırlar"(Buhârî, Tevhid, 23; Müslim, Zekat, 143)
Bu taifenin inkârlarına delil olarak en çok ileri sürdükleri âyetlerden biri de Allah u Teâlâ'nın şu meâldeki mübârek kelâmıdır:
"Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nu bırakıp da putlardan dostlar (velîler) edinenler: "Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz" derler.(Zümer, 39/3)
Yukarıdaki mana, tefsirlerin hemen tamamının üzerinde ittifak ettiği bir mânâdır. Diyânet Vakfının çıkardığı mealde de böyle yazmaktadır. Fakat onlar âyette putlar için kullanılan "velî: dost" kelimesinin "Allah dostları" olarak bilinen "velîler" şeklinde anlaşılabilmesi için özel bir gayret sarf ederek şöyle mânâ vermişlerdir:
"İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler: Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz"derler…
Bu mânâyı verdikten sonra işi daha da ileri götürmüşlerdir. Velîleri seven ve onlarla Hakk'a tevessül edip şefaatlerini uman müminleri, mürşitlerine ibadet ediyor gibi lanse ederek, onları âyette zikri geçen müşriklere benzetmeye çalışmışlardır. Böylece Allah'a ortak koşulan cansız putlara secde edenlerle, Cenâb-ı Hakk'a secde edenleri bir tutmuşlardır. Hâlbuki Allah’ın dostlarını veli (dost) edinmemizi emreden bizzat Allah u Teâlâ Hazretleri’dir.
Velileri Dost Edinmeyi Emreden ayetlerden Bazıları:
"Bana yönelen kimsenin (kâmil müminin) yoluna uy" (Lokman, 31/15)
"Sizin veliniz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rüku eden müminlerdir."(Maide, 5/55)
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin."(Âl-i İmrân, 3/28)
"Ey inananlar! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun."(Tevbe, 9/119)
Hayreddin Karaman’ın ayetle ilgili İzahı
Hayreddin Karaman’ın yukarıdaki ayetle ilgili izahı başka bir söze ihtiyaç bırakmıyor. Tevessülü müşriklerin putlar vasıtasıyla yardım istemelerine benzetenlere Karaman şöyle cevap vermektedir: "Kur'ân-ı Kerîm'in hassasiyet gösterdiği husus, Allah'tan başkasını O'nun yerine koymak veya O'na yaklaşmak, dileğinin kabulünü sağlamak için O'nun yerine bir başka şeye ibadet etmektir. Yani müşrikler, putları araya koyarak 'Bunların hürmetine dualarımızı kabul et' diye yalvarmıyor veya bununla yetinmiyor, doğrudan puta yalvarıyor ve ona ibadet ediyorlardı. Müminlerin Allah'a yalvarırken Peygamberimizi (s.a.v.) veya salih bir kulu araya koyarak 'Ya Rabbi, şu kulun için, onun senin katındaki makamı sebebiyle duamızı kabul buyur' demelerini şirke sokmak, müşriklerin yaptıklarına benzetmek doğru değildir." (Hayatımızdaki İslâm, s. 371 vd. İstanbul, 2002)
Müşriklerin Mazereti
Allah u Teâlâ başta velîler olmak üzere bilumum kâmil müminlerle dost olmamızı emrediyor. Demek ki yukarıdaki âyette zikredilen "Allah'tan başka velîler"den kasıt, müminler değildir. Putlar ve şirk koşulan diğervarlıklardır. Zaten âyet-i kerime de putperest müşrikler hakkında nazil olmuştur. Mekkeli müşrikler, kendi elleriyle yaptıkları putlara ibadet ediyorlardı. Hatta peynir ve helva gibi yiyeceklerden yaptıkları puta tapıyor, sonra da acıkınca bunları yiyorlardı. Gerçi fıtratları gereği; yerleri, gökleri, kendilerini yaratan, öldüren, dirilten, rızık veren bir Allah'a inanıyorlardı. (Bakınız: Lokman, 25; Yunus, 31; Zuhruf, 9, 87) Fakat inandıkları bu yüce varlığa ortak koşmaktan da geri durmuyorlardı. Âyet-i kerîmede belirtildiği üzere:
"İlâhları bir tek ilâh mı kılmış? Bu gerçekten şaşılacak bir şey, çok tuhaf!" (Sa'd, 38/5) diyorlardı. Atalarından beri şirke alışmış olan cahiliye kafası, bu kadar çeşitli insanların, çeşitli emel ve duygularını yalnız bir mabudun nasıl tatmin edebileceğini düşünemiyor, O'nun, "her şeyin hükümranlığının elinde" (Yâsin, 36/83) olduğunu bilmiyor da tevhide şaşıyorlardı. Ancak sorulduğu zaman bu müşrikâne hareketlerini doğru göstermek için "biz onlara ibadet etmeyiz. Sadece bizi Allah'a yaklaştırmaları için onlara ibadet ediyoruz" diyorlardı. İşte bu âyet-i kerîmeyle Cenâb-ı Hakk, onların cahilce mazeretlerini yüzlerine vurarak âhirette hükmünü vereceğini beyan etmektedir.
Yahûdî ve Hıristiyanların Mazereti
Hıristiyanların İsa Aleyhisselâm'ı, Yahudilerin de Üzeyr Aleyhisselâm'ı Allah'a ortak koşmaları da bu kabildendir. Bunlar, Hakk'ın dışında her hangi bir varlıkta güç ve kudret vehmettikleri için müşrik olmuşlardır. Yani İsa ve Üzeyr Aleyhisselâm'da Allah'ın yarattığı bir kudret yerine müstakil, bağımsız bir kudret vehmetmişlerdir.
Sûfîlerin Akîdesi
Sûfîler, (fenâ fi'l-ef'âl, fenâ fi's-sıfat ve fenâ fi'z-zât mertebelerinde) Hakk'ın fiil, sıfat ve zâtından başka bir şey müşahede etmezler. AyrıcaO'nun dışında herhangi bir mahlukta kudret tevehhüm edilmesine, Allah'tan başka hakîkî bir fâil kabul edilmesine şiddetle karşı çıkarlar. "Yardım etti, yedirdi, içirdi, oturdu, kalktı" gibi sözler de mecazidir. Gerçekte yardım eden, yediren, içiren, oturtan, kaldıran Allah'tan başka bir varlık yoktur. Ne bir peygamber, ne bir velî, ne de herhangi bir yaratık Allah'ın irade ve kudreti olmadan yerinden kımıldayabilir.
"De ki: "Allah, her şeyi yaratandır. O, birdir. Her şeye üstün ve kahredicidir"(Ra'd, 13/16) Şu halde sâlih amelinden dolayı kendisiyle tevessül edilen kâmil zâtın fiilleri de Allah'a aittir. Ancak Allah u Teâlâ meleklerine verdiği tasarruf izni gibi, peygamberlerine ve velilerine de dilediği kadar tasarruf izni verir. Peygamberlerine verdiği bu manevi güce mucize, velilerine verdiği güce ise, keramet adı verilir. Her ikisinin de olağanüstü olmaları açısından aralarında bir fark yoktur. Her ikisi de gerçekte Allah’ın fiilidir. Fakat mucize peygamberlerin peygamberlik davasını ispatlamak için verilir. Velilerin kerametinde ise, böyle bir dava yoktur. Onların kerametleri bağlı bulundukları peygamberlerin mucizelerin delili ve teyidi hükmündedir.
Allah u Teâlâ’nın izniyle kendilerine tasarruf verilen bu zatlar, akılları hayrete düşürecek şeyleri yapmaya muvaffak olurlar. Hz. Peygamber'in s.a.v. ayı iki parça etmesi ve daha yüzlerce mucizesi bu kabildendir (Kamer, 54/1). Kuru bir ağacın yeşerip Hz. Meryem'e hurma verme kerameti (Meryem, 19/24-25) veya Süleyman Aleyhisselâm’ın ashabından ledün ilmine sahip bir zatın (Veziri Asaf bin Berhıya) Belkıs’ın tahtını uzun bir mesafeden göz açıp yumuncaya kadar kısa bir zamanda getirme kerameti gibi, (Neml, 27/40) Kur’an’da zikri geçen kerametler bu kabildendir. Kur’an ve hadislerde bahsi geçen bu ve bundan başka daha birçok kerametler nasıl uydurma değilse, önce veya sonra gelen velilerin kerametleri de öylece uydurma değildir. Bunların ayrı zaman ve mekânlarda birbirinden habersiz milyonlarca şahidi vardır. Mucize ve kerametlere karşı çıkan kimseler, güneşe karşı gözünü yummuş, ya da hakikate karşı başlarını deve kuşu gibi, kuma sokmuş olurlar.
Kâmil Zatlarla Tevessül
"Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesile arayın"(Maide, 5/35) Bu ayet-i kerimede geçen tevessül: Yakınlaşmak ve yakın olmaya yarayacak şeyleri aramaktır. Meselâ herhangi bir isteği olan kişinin "Ya Rabbî şu sıkıntımın giderilmesi için filan amelimi vesîle ederek senden istiyorum" ya da "filan zatın hatırına senden istiyorum" demesi gibi. Hadîs-i şeriflerde bunun çok örneği vardır. Ancak biz yerimizin darlığı sebebiyle bunlardan iki örnek vereceğiz.
Hz. Peygamber (s.a.v.) gözlerinin açılmasını isteyen a'ma bir zâta şu tavsiyede bulunur: "Güzel bir abdest al, sonra iki rekat namaz kıl, akabinde de şöyle dua et: Ya Rabbi ben senden istiyorum, rahmet peygamberi ile sana yöneliyorum. Ya Muhammed (s.a.v.), şu ihtiyacımın görülmesi için seninle Allah'a yöneldim. Ya Rabbi O'nu benim hakkımdaki şefaatçi kıl" Osman bin Huneyf (r.a.) diyor ki: "Bu zat gitti, biz daha Rasûlüllah'ın (s.a.v.) huzurundan ayrılmamıştık, tekrar geldi. Baktık ki gözleri iyi olmuştu.(Tirmizî, Deevât, 119; İbn Mâce, İkâmetu's-salât, 189; Ahmed bin Hanbel, c. IV, s. 138)
Hz. Ömer'in (r.a.) hilâfeti esnasında bir ara şiddetli kuraklık olmuştu. Efendimiz'in (s.a.v.) amcası Hz. Abbas'ı (r.a.) yanına alan Hz. Ömer, onu vesîle kılarak şöyle dedi: "Allahım bizler daha önce Peygamberimizi vesîle edinerek sana niyazda bulunurduk, sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimizin amcasını vesîle kılıyor ve senden talep ediyoruz, bize yağmur ihsan et" Bunun üzerine yağmur yağdı. (Buhârî, İstiska, 3)
Görüldüğü gibi mübârek zatlarla tevessül edenlerin başında Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Sahabenin büyükleri gelmektedir. Ayrıca diğer peygamberler, tabiin ve âlimlerin yaptığı tevessül örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bu delillere rağmen, müminlere kâfir diyen dalâlet ehlinin hidâyeti için dua etmekten başka çâre yoktur.
Yukarıda örneği görüldüğü gibi, yüzlerce bid’at sâhibi ve dalâlet ehli, sapık bilgilerini, bozuk işlerini, Kur’an ve Hadîs'ten çıkardıklarınısöylemektedirler. Biz de kendimizi müçtehit yerine koyup bu iki kaynaktan hüküm çıkarmaya kalktığımızda –Allah korusun- aynı duruma düşebiliriz. Öyleyse Kur'an ve Sünnete uygun itikat etmek için, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin ısrarla üzerinde durduğu gibi, ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymak lazımdır. (157. Mektup)Zira bizim anladığımız şeyler, ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyorsa hiçbir kıymeti yoktur.
Ey Rabbim! Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, eli kolu dökülür derecede takatsızlıktan, kasvetten, gafletten, zilletten, azlıktan, meskenetten sana sığınırım. Fakirlikten, küfürden, fısktan, şekavetten, nifaktan, yapdığını insanların duyması ve met hetmeleri için yapmaktan, riyadan, sana sığınırım. Sağırlıktan, dilsizlikten, delilikten, cüzzamdan, abraslıktan ve kötü hastalıklardan sana sığınırım.
(Hadis-i Şerif)
Merhaba Ey Aşkı Baki
Yarim Yarim
Yarim Yarim
İşte gidiyorum yalan dünyadan
Vuslata ermeden sana doymadan
Dua et koşarak gelip arkamdan
Kabrimde göz yaşı dök yarim yarim
Bilmedim ne yaptım neydi ki suçum
Ağlarken göz yaşı dolar avucum
Mezarda bekliyor seni baş ucum
Seneden seneye gel yarim yarim
Bir acı kalbimin orda bir yerde
Dinmiyor sızısı çok derinlerde
Unuttun sormadın acep ne halde
Aklına düşersem sor yarim yarim
Ne idim ne oldum halim perişan
Gözümden gitmiyor suretin bir an
Gün olur gelip te beni ararsan
Mezarlık adresim bil yarim yarim