XIV. yüzyılda Bahaeddin Nakşibendî Hazretleri’nin (ö. 791/1389) Buhara civarında sistemleştirip geliştirdiği Hâcegân Tarikatı, sonraki asırlarda Nakşbendiyye adıyla geniş bir coğrafyada yayılarak bulunduğu ülkelerin manevî ve kültürel hayatlarını etkilemiştir.
Günümüzde dünyanın her tarafında Nakşbendiyye Tarikatı’nın izlerine rastlanabilmektedir. Tamamen Sünnî, şer’î esaslar üzerine oturan, bidatlere karşı tavrıyla, takva ve azimete sıkı bağlılığıyla tanınan bu yolun dayandığı temel prensipleri ilk olarak belirleyip tarikatının düsturları içinde zikreden sûfî ise, Hâce Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’dir (ö. 615/1218 ?).
Zühd ve tasavvuf döneminden sonra tarikatların kurulmaya başlandığı hicrî VI. (m. XII.) asırda Yusuf Hemedânî Hazretleri’nin (ö. 535/1140) halifesi Ahmed Yesevî Hazretleri ile Yeseviyye Tarikatı; diğer halifesi Hâce Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri ile de Hâcegân Tarikatı zuhur etti. Yesevîlik daha ziyade Orta Asya’nın yarı göçebe Türk kavimleri arasında yayılırken daha sonraları Nakşbendiyye adını alacak olan Hâcegân Tarikatı, Mâverâünnehr ve bu bölgenin önemli kültür merkezlerinden olan Buhara civarında Farsça konuşan (Tacik) yerleşik kitle arasında intişar etmiştir.
Nakşbendiyye Tarikatı’nı Hazırlayan Tasavvufî Düşünce Ve Meşrepler
Bağdat Nizamiye Medresesi’nde eğitim gören, itikatta Mâturûdî, amelde Hanefî olan Yusuf Hemedânî Hazretleri, Sünnî geleneğin önde gelen temsilcilerindendir. Ayrıca İmam Gazzâlî Hazretleri (ö. 505/1111) gibi, o da Ebû Ali Farmedî Hazretleri’nin (ö. 477/1084) marifet çeşmesinden beslenmiştir. Farmedî, şeriat ekseninden dışarı çıkan tasavvufi düşünceleri eleştiren, şer’î ölçülere uygun tasavvufu kitabında anlatan meşhur sûfî İmam Kuşeyrî’nin damadıdır. İslâmî emirlere son derece bağlı, Cüneyd-i Bağdâdî ve İmam Kuşeyrî Hazretleri gibi, sahv ve temkini esas alan bir tasavvufî anlayışa sahiptir. Öte yandan Ebu’l-Hasan Harakânî ve Bâyezid Bistâmî Hazretleri gibi sûfîlerin sekr ve irfanlarından payına düşeni almış bir ariftir. Ebû Ali Farmedî Hazretleri’nin bu meşrebi, müridi Yusuf Hemedânî Hazretleri’ne, ondan da Abdülhâlık Gucdevânî vasıtasıyla Hâcegân ve Nakşbendiyye Tarikatı’na intikal etmiştir. Yusuf Hemedânî, Sekr halinin tesiriyle ortaya çıkan ölçüsüz söz ve davranışları tasvip etmez, keramete de iltifat etmezdi. Müridi Abdülhâlık Gucdevânî’ye şöyle nasihat etmişti: “Ey Abdülhâlık! İki kapıyı kapat, iki kapıyı aç! Şeyhlik kapısını kapat, sohbet kapısını aç!” Hemedânî bu sözleriyle Nakşbendiyye Tarikatı’nın günümüze kadar devam eden hizmet ve sohbet gibi iki temel unsuruna dikkat çekmiştir.
Nakşbendiyye Silsilesi
Tarikatların kuruluşuyla birlikte her tarikatı Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ulaştıran yazılı silsileler ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha önceleri sözlü olarak sürdürülen bu gelenek, sahte şeyhleri önlemek maksadıyla birer icazetnâme (diploma) şekline dönüşerek devam ede gelmiştir. Bunların hemen tamamına yakını Hz. Ali’ye (r.a.) ondan da Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ulaşmaktadır. Hâcegân Tarikatı’nda ilk yazılı silsileye Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’ne nispet edilen Mâkâmât-ı Yusuf-i Hemedânî adlı eserde rastlanmaktadır. Bu eserde Hâcegân Silsilesi, hafî zikrin Hz. Peygamber’den sonraki ilk temsilcisi sayılan Hz. Ebubekir’e (r.a.) ulaşmaktadır. Bunun haricinde Hz. Ali’ye ulaşan bir silsile daha var ise de asıl kabul edilen silsile, Hz. Ebubekir’e ulaşan silsiledir.
Nakşbendiyye Tarikatı’nca çok önem atfedilen hafî zikrin Kur’an-ı Kerîm’e dayandığında şüphe yoktur. “İçinden, yalvararak, gizlice ve hafif bir sesle Rabbini zikret.” (A’raf, 7/205) ayeti bunun açık bir delilidir. Fakat hadis ve tarih kitaplarında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Sevr Mağara’sında Hz. Ebubekir’e kalbî zikri telkin ettiğine dair herhangi bir rivayete rastlanmamıştır. İlk defa 16. Asırda Muhammed b. Hüseyin Kazvinî tarafından ileri sürülen bu görüşün, keşfî bir bilgiye dayanmış olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim söz konusu rivayet şu âyete tamamıyla uymaktadır: "İkisi mağarada iken O, arkadaşına: "Üzülme Allah bizimle beraberdir." diyordu.” (Tevbe, 9/40) Ayet metninde geçen “Maiyyet” Allah ile olmak ve O'nu hiçbir an hatırdan çıkarmamak, unutmamak demektir ki, hafî zikrin aslı da budur. Ayrıca, Hz. Ebubekir’in teheccüd namazı kılarken Hz. Ömer’in aksine gayet alçak bir sesle (hafî) Kur’an okuduğu bilinmektedir. (bk. Ebu Davud, Tatavvu’, 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 109)
Nakşbendiyye Tarikatı’nın Hz. Ebubekir’e (r.a.) bağlanmasında başka incelikler de vardır. O her şeyden önce Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaate göre, faziletçe sahabenin en büyüklerindendir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kayınpederi, mağara arkadaşı ve Sıddîkıyyet Makamının da temsilcisidir. Ayrıca sahv (manevî sarhoşluktan ayık olma) ve temkin (istikamet üzere kararlı ve yerleşiklik) ehli bir sahabedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat ettiğinde Hz. Ömer (r.a.) vefatın tesiriyle kılıcını çekip: “Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum” derken Hz. Ebubekir (r.a.) tam bir şuur açıklığıyla; “Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a kulluk ediyorsa bilsin ki Allah Teâlâ ölmez bakidir Buhârî, Menâkıbu's-Sahâbe, 5) demiştir. Öte yandan servetini Allah yolunda sarf ederken fütüvveti, sadakalarını gizli verirken de melâmeti temsil ediyordu. Hz. Ebubekir’in (Sıdk, sahv, temkin, melâmet, fütüvvet ve hafî zikir gibi) bütün bu vasıfları, Hâcegân ve daha sonra Nakşbendiyye Tarikatlarının temel hareket noktasını belirlemiştir. Sonuç itibariyle Nakşbendiyye Tarikatı, Hz. Ebubekir’in silsilesine mensup olmak ve hafî zikri benimsemekle, Hz. Ali’nin silsilesine mensup olan ve cehrî zikir çeken diğer tarikatlardan önemli ölçüde ayrılmışlardır. O yüzden bu tarikata Sıddıkiyye Tarikatı da denilmiştir.
Silsilede bulunan diğer önemli zatlardan biri de Hz. Ali’nin (r.a.) torununun torunu, meşhur on iki imamın altıncısı Cafer-i Sadık Hazretleridir. (ö. 148/765) Bu zatın silsilede yer alması Hâcegân ve Nakşbendiyye Tarikatları’nda Ehl-i Beyt sevgisini sembolize etmesi bakımından oldukça anlamlıdır.
Sekrin (vahdet deryasına dalıp kendinden geçmenin) ve coşkulu bir tasavvufî hayatın önde gelen temsilcilerinden sayılan Bâyezid Bistâmî Hazretleri’nin (ö. 234/848) silsilede yer alması da bu tarikatta marifete ve muhabbete verilen önemi göstermektedir. Gerçi, sekr halinde kendi varlığını dahi müşahede edemeyen Bistâmî Hazretleri’nin, “Cübbemde Allah’tan başkası yok” gibi coşkulu ifadelerine (şatahat), sahv halini ön plâna çıkaran Nakşbendiyye yolunda pek sıcak bakıldığı söylenemez. Ama o ve onun gibilerinin bu gibi ifadeleri hiçbir zaman inkâr da edilmemiştir. Bu tür hallere genellikle daha yükseğine nispetle eksik bir hal ve aşağı bir makam nazarıyla bakılmıştır. Ayrıca onunla melâmet ve fütüvvet neşesi de bir kez daha perçinlenmiştir. Bâyezid Bistâmî Hazretleri, Cafer-i Sadık Hazretleri’ni hiç görmediği halde keşfen onun ruhaniyetinden istifade ettiği kabul edilir. Böylelerine Hz. Peygamber’i (s.a.v.) dünya gözüyle hiç göremeyen, bu yüzden tabiin neslinden sayılan Üveys el-Karânî Hazretleri’nin hali dikkate alınarak “üveysî meşrep” adı verilmiştir. Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri de (ö. 425/1033) Bâyezid Bistâmî Hazretleri’nden üveysî yolla istifade etmiştir. Hâce Abdülhâlık Gucdevânî Hazretleri’ni hiç görmediği halde ondan manen istifade eden Bahaeddin Nakşibendî Hazretleri de üveysî sayılmıştır. Dolayısıyla Bâyezid Bistâmî Hazretleri; üveysîlik, marifet, muhabbet, melâmet ve fütüvvet gibi önemli konularda silsileye, Nakşbendiyye Tarikatı’na ve hatta silsile haricindeki tasavvufi neşeye de boyasını çalan önemli bir sûfîdir. O yüzden Hâcegân Tarikatı’nın kuruluşuna kadar devam eden bu döneme Bâyezid Bistâmî Hazretleri’nin diğer ismine izafetle “Tayfûriyye”de denilmiştir.
VI. Asırda Horasan ve Mâverâünnehr Bölgeleri
Hicrî VI. (XII.) Asırda Horasan bölgesine büyük çapta Selçuklular, kısmen de Gazneliler hâkimdi. Bu asırda Hasan Sabbah liderliğindeki bâtınî hareket gizli faaliyetlerini sürdürüyor, devlet adamlarına düzenlediği suikastlarla Selçukluları meşgul ediyordu. Selçukluların geleneksel politikasını izleyen Sultan Sencer, Şiî-Bâtınî hareketlere karşı Sünnî ulemâ ve meşayiha destek veriyordu. Bölgede üç önemli tasavvuf neşesi göze çarpmaktaydı. Birincisi, İmam Muhammed Gazzâlî, Hâce Yusuf Hemedânî gibi, şeriatla tasavvufu mezceden sahv ve temkin ehli Cüneydiyye ekolünden sûfîlerdir. İkincisi İmam Muhammed Gazzalî’nin kardeşi Ahmed Gazzâlî (ö. 520/1126), Senâî Gaznevî (ö. 525/1131) ve Ruzbihân Baklî (ö. 606/1209) gibi, Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri’nin (ö. 234/848) ve Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri’nin (ö. 425/1033) (Tayfuriyye) meşrebinde, aşk, vecd, fütüvvet ve melâmet neşesindeki sûfîler. Üçüncüsü ise, İslâm Dini’nin esaslarına yeterince önem vermeyen, Şiî-Bâtınî fikirlerle beslenmiş, Kalenderiye, Haydariye gibi tarikatlardır.
Mâverâünnehr bölgesi ise, sırasıyla Karahanlılar, Selçuklular, Karahıtaylılar’ın hâkimiyetinden sonra, VII. Asrın başlarında Harizmşahlar’ın eline geçmişti. Siyasi otoritenin merkezi olan Semerkand, “Sadr” unvanını taşıyan Hanefî âlimler tarafından yönetiliyordu. Bu iki şehir, güçlü medreseleri, âlimleri ve şeyhleriyle Sünnîliğin merkezi durumunda idiler. Genel olarak Mâverâünnehr bölgesi, fütüvvet ve melâmet vasfıyla öne çıkan Horasan tasavvuf kültürünün etkisi altında idi. Fakat Horasan’ın Şiî-Bâtınî düşüncelerinin, Kalenderî ve Alevî meşrep sûfîlerinin yayılmasına uygun bir zemin değildi. Buralardan ancak dînî kurallara sıkıca bağlı, Sünnî bir tarikat gelişebilirdi öyle de oldu.
Dr. Mustafa Bahadıroğlu
|